23 Kasım 2011 Çarşamba

İzlenimler...

Genel olarak BOSNA-HERSEK, DUBROVNİK izlenimlerimiz;

- Çiçekleri çoook seviyorlar
- Her taraf tertemiz, üstelik Dubrovnik sokaklarını lavanta kokusu eşliğinde geziyorsunuz.
- Halka açık tuvaletler ücretsiz ve tertemiz.
- Yemekleri çok güzel.
- Minik fırın anlamına gelen Pekara'ları her yerde görmek mümkün, atıştırmak için ideal.
- Çeşme suları içilebiliyor, üstelik de çok lezzetli.
- Halk çok eğlenceli, iyi niyetli, yardımsever, temiz ve asil.
- Bosna-Hersek'in her köşesinde savaşın izlerini görüyorsunuz.
- Tarihlerini iyi biliyorlar.
- Bayanları makyajsız pek dolaşmıyor; yaşlısından gencine...
- Mezarlık kültürleri bizimkilere kıyasla dikkat çekici ve her ne kadar yürek burkse da kendine hayran bırakıyor.
- Trafik kurallarına ciddi anlamda uyguklarına şahit olduk.
- Benzin ucuz.
- Savaşın izlerini hala koruyor olsalar da o zamanlardan pek konuşmuyorlar.
- Dubrovnik pahalı.
- Dubrovnik'de otopark sistemleri gelişmiş. Bilet almadan park yapma izni yok. Aynı şey Bosna için geçerli değil.
- Hırsızlığın yaygın olduğu söyleniyor, bize denk gelmedi.
- Sigara içme oranı çok yüksek, üstelik maalesef kapalı mekanlarda sigara içme yasağı diye bir şey yok.
- Hava çok soğuk bile olsa yumuşak.





21 Kasım 2011 Pazartesi

Sarajevo, Vrelo Bosne

19 Kasım 2011

Sebilj

09:00
Bugün harika bir gün... Rukiye ve Mücahide ile saat 09:00'da Sebilj'de buluşmak üzere anlaşıyoruz. Rukiye mesaj atarak biraz geç kalabileceğini söylüyor. Biz de bu sırada Başçarşı'daki bakırcılar çarşısını ziyaret ediyoruz. Sebilj'in önünde kuşlara yem atanları ve kuşları fotoğraflamaya çalışıyoruz.


Rukiye geliyor, Mücahide'nin projeleri ile ilgili bir takım problemlerin çıktığını ve ders çalışmak zorunda olduğu için aramıza katılamayacağını, fakat onun yerine Zeyneb'in geleceğini söylüyor. Zeyneb 10:00'da gelecekmiş.
 İlk olarak sabah kahvesi içmeye karar veriyoruz. Inat Kuća görmek istediğimiz yerlerden biri dediğimiz için kahve içmek üzere oraya gidiyoruz.
Yol üzerinde bir anda durup Rukiye bize "bakın bu Bosna Gülü" diyor ve yeri gösteriyor. Savaş zamanında yere düşen bombanın izini ve etrafindaki şarapnel parçalarını, bugün kırmızıya boyayarak koruyorlar, ne günlerden geldiğimizi unutmayalım der gibi... Çok şaşırıyoruz... Ve sol tarafımızda kafamızı kaldırınca savaş zamanında yakılan kütüphaneyi görüyoruz. Restorasyon çalışması var, giremiyoruz, lakin dışardan bakarken bile, heybetinden etkilenip yanan eserleri anınca içimiz ürperiyor...
Bosna Gülü
Inat Kuça'da kahve servisi 11:00'de başlayacakmış, bekleyerek zaman kaybetmek istemiyoruz.
Bu arada, Inat türkçeden geliyor, inat anlamında; kuça da ev demek. İnat ev hakkında internetten öğrendiğim bilgi aynen şöyle:
"...
Yıllar önce bir devlet binasının yapılması için bu evin olduğu yer seçilmiş ama evin sahibi inat etmiş evini yıktırmamış. En sonunda epey bir altın ve evin karşı tarafa taşınması karşılığında kabul etmiş, ev de bugün olduğu yere taşınmış. O gün bugündür de adı İnat Ev kalmış..."
Rukiye bizi Başçarşı'da bir hana götürüyor, giderken 1. Dünya Savaşı'nın başladığı köprü olan Latin Köprüsü'nden geçiyoruz... Han'a gelince gül lokumu eşliğinde gerçek boşnak kahvemizi içiyoruz usulüyle... Bu sırada Zeyneb de geliyor...

Aliya İzzetbegoviç’in kabri ve Şehitlik
Buradan çıkınca taksi ile Aliya İzzetbegoviç’in de kabrinin bulunduğu şehit mezarına gidiyoruz. Tepelik bir yerde. Aşıklar tepesi olarak anılan tepeden Saraybosna'yı izliyoruz. Büyük binalarda Avusturya-Maceristan mimarisi hakim, mahalle araları ise Osmanlı... 
Aliya İzzetbegoviç için yapılan bir müze var burada. Aslında kapalıydı. Fakat öyle sevimli bir yetkili vardı ki, müzeyi bizim için açıp özel olarak gezdirdi. 


Mahalle aralarından yürüyerek Başçarşı'ya iniyoruz. Burada Rukiye bizi Dino Merlin'in mağazasına götürüyor. Kendisini görebilmeyi umuyorduk, fakat turnedeymiş, kızı ile tanışıyoruz, Dino Merlin'i çok sevdiğimizi söyleyince bize minik hediyeler veriyor. Recep ile akşam buraya tekrar uğrama kararı alıyoruz.  


Anne-Çocuk Anıtı

Gazi Hüsrev Bey Camii'ni, Jesus' Sacred Heart Katedralini, Ashkenazi Sinagogu'nu, Holy Mother Kilisesini, meşhur pazar yerini geze geze Ferhadiye Caddesine geliyoruz. BBI Center'da birşeyler atıştırıyoruz, adı her neydi unutsak da çok leziz bir şey yedik...

Tram'a binmeden evvel bir anıt gösteriyor Rukiye ve Zeyneb. Burası inanılmaz. Korkutucu, içimiz parçalanıyor, kanımız çekiliyor. Anne-çocuk anıtı. Soyut bir eser birbine sarılan bir anne ve çocuğu biri büyük diğeri küçük yeşil cam kayalar ile betimlemişler. Etrafında çocuklara ait ayak izleri... Savaş sırasında burası bir çocuk parkıymış. Bomba atılıyor ve çocukların neredeyse tamamı burada ölüyor. Ölen çocukların isimlerinin yazılı olduğu silindirler var. Silindirler çok anlamlı, yazıları okumak için çevirdiğinizde çocuk oyuncaklarına ait sesler çıkıyor... Tepkileniyoruz yapılanlara ve bir an önce buradan uzaklaşmak istiyoruz.




Yetimha

Tram ile Ilidza'ya gideceğiz, burada Rukiyeler ile ayrılıp Emir ile buluşacağız. Bizi Vrelo Bosne'ye götürecek...
Yol üzerinde savaş sırasında bombalanan bir de yetimhane görüyoruz. Şimdi duvarlarında graffitiler var... Graffiti sanatı burada çok yaygın. Sıksık rastlamak mümkün.   
 

14:40

Emir bizi Vrelo Bosne'ya yürüyerek götüreceğini söylüyor. Kabul ediyoruz. Eğlenceli bir yol sohbeti başlıyor, ingilizce, türkçe, boşnakça karışık muhabbetler... Genelde fotoğrafçılık üzerinde konuşuyoruz. Kendisi iki gün önce yoğun bir çekimden çıkmış, moda filmi çekmişler, heyecanlı heyecanlı ondan bahsediyor. Yol üzerinde bir çeşmeye raslıyoruz, "su için buradan, böyle bir suyu hiç bir yerde içemezsiniz" diyor. Hava soğuk olduğu için ıslanmak istemiyoruz, dönüşte içme kararı alıp yola devam ediyoruz. Yürürken resmen iklim kışa dönüyor, etraf bir anda bembeyaz oldu, resmen kar yağmış gibi kırağı var... Çok etkileyici... Vrelo Bosne'ya geldiğimizde harika bir manzara ile karşılaşıyoruz, tatlı bir restoranda elma çayı içip biraz ısınıyoruz. Hava kararmaya başlarken tekrar dönüş yolunu arşınlamaya başlıyoruz. Bu yol trafiğe kapalı, bisiklet kullanabilir ya da faytona binebilirsiniz. Biz faytonu tercih etmedik, kötü kokuyorlar, üstelik bu harika yerde yürümek çok keyifli. Dönüş yolunda o çeşmeden de su içmeyi unutmuyoruz. Leziz... 
Ilıdza'ya varınca tekrar trama biniyoruz, Emir bir kaç durak sonra iniyor... Vedalaşıyoruz.
Biz de Ferhadiye caddesinde inip BBI'da yemeğimizi yiyoruz. Öğlen Rukiyelerin yedirdiği şey çok hoşumuza gitti, ismini hatırlamıyoruz, siparişimizi parmak ile göstererek veriyoruz yemeğin ismini ingilizceye çevirdiğimiz zaman anlayamadılar :D
Buradaki son akşamımızın tadını çıkartmaya çalışıyoruz, dolaşa dolaşa başçarşıya iniyoruz. Dino Merlin'in mağazasına gidip çok şirin bir kupa alıyoruz.
Tekrar Sebilj'e gelip bir süre etrafı inceliyoruz, buradan ayrılma fikri üzücü... Otele geldiğimizde canımız hiç bir şey konuşmak bile istemiyor. Dönüş fikri kötü...

Ilidza, IUS

18 Kasım 2011


Bugün sabah kiraladığımız arabamızı teslim etmek üzere otelden çıkıyoruz. Öğleden sonra IUS (International University of Sarajevo)'da eğitimim var. Güzel geçeceğini umuyoruz, hazırlandım... Recep'de sunum slaytım için biraz yardımcı oldu bana. Heyecanlıyız...

10:30
Arabamızı teslim ettik, hava alanındayız, Başçarşı'ya taksi ile dönüyoruz. Şehri bilmeyenler için taksi iyi bir fikir, fakat sonradan anlıyoruz ki, acemilik... Tram ulaşım için çok daha uçuz ve eğlenceli bir yol. 25KM'ya taksi bizi başçarşıya getiriyor. Recep cami'ye gidiyor, ben de sunumum için otelde hazırlanıyorum...

12:20
Recep dönünce hazırlanıp çıkıyoruz. Çok heyecanlı olduğum için biraz da stresliyim, gezdiğimden pek de bir şey anlamıyorum aslında. Saat 14:30'da kampüste olmalıyız. Kampüs Ilidza bölgesinde. Bu bölgeye tram ile gidiyoruz. Aslında üniversitedeki eğitim görevlisi Iman bize taksi ile gelmemizin daha rahat olacağını, daha kolay ulaşabileceğimizi, aksi halde kaybolabileceğimizi söylüyor. Biz yine de tram'a binmekte kararlıyız. Yaklaşık 40 dakika sürüyor tram ile yolculuğumuz. Bu arada tram, tramvay. Sarahbosna'nın bir ucundan diğerine giderken şehri daha farklı görme şansını yakalıyoruz.

Ilidza'da biraz dolaşıyoruz. Ben bir pekara'dan üzeri çikolata kaplı kruvasan alıyorum kendime, Recep içinde ne olduğunu bilmediği şeyi yemek istemediğini söylüyor... Aslında çok şey kaçırdı... Burada pekara'lar çok meşur. Küçücük yol üstü fırınları. Harika, tazecik, mis gibi kokan kruvasan çeşitleri satılıyor. Bizim buradaki poğacalar gibi daha çok öğrencilerin favorisi. 1KM vererek leziz bir çeşit alıp deneyebilirsiniz.
Bölgeyi gezerken epey alışıyoruz buralara, sanki biz de buranın bir parçası gibiyiz. Bir taksiye binip kampüse gidiyoruz. Aslında yakınmış...


13:30
Dersim 15:00'de başlayacak. Biraz da kampüs civarında dolaşıyoruz. Vrelo Bosne (Bosna Pınarı) var yakınlarda. İki yanı ağaç olan ince uzun bir yoldan yürüyerek ulaşılıyor. Biraz yürüyoruz fakat yolun sonu görünmüyor. Geç kalmamak için dönüyoruz. Fakat burası aklımızda kalıyor...
Okul kapısında bir Türk öğrenci ile karşılaşıyoruz. Esra, mimarlık okuyormuş burada. Iman'ın yanına kadar götürüyor bizi, çok candan, elinden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışıyor. Bizi çok güzel karşılıyorlar, panolarda afişimi görünce mutlu oluyorum.



Değişik bir deneyim benim için, öğrenciler zaten visual art (görsel sanatlar) üzerine eğitim alıyorlar, bu nedenle tenik bilgiden çok benim deneyimlerimi paylaşmamın kendileri için daha faydalı olacağını söylüyorlar. Sohbet havasında geçiyor. Eğlenceliydi. Beni dinlemeye gelen öğrencilerin büyük çoğunluğu Boşnaktı. 3 tane de Türk öğrenci vardı; Talha, Rukiye, Mücaide.
Workshop sonunda Iman, Talha, Rukiye, Mücaide, Emir ve ismini hatırlamadığım birkaç kişi ile sohbet ediyoruz. Rukiye yarın bize Saraybosna'yı gezdirebileceğini söylüyor. Çok seviniyoruz. Kendisi dünya tatlısı bir insan...
Gelirken taksi'ye bindiğimiz yeri yürüyerek 10 dakikada dönebileceğimizi söylüyorlar. Yürüyoruz...
Bugün yorulduk, yine Başçarşı ve Ferhadiye Caddesi'ni dolaşıp yemeğimizi yedikten sonra otelimize dönüyoruz.

Mostar, Blagaj, Jablanica, Saraybosna(1)

17 Kasım 2011
08:45 Mostar'da kaldığımız otelden (Nur Pansiyon) ayrılmak üzereyiz. Mostar minik ve inanılmaz sevimli bir yer. Tarihini çok fazla konuşmak istemiyoruz. Çünkü burada savaşı gören insanlar da o zamanları tekrar tekrar hatırlamak istemiyorlar. Yine de dayanamayıp yaklaşık 30 yaşlarındaki pansiyon sahibimiz Fezah'a (aslında isminin yazılışını bilmiyoruz) soruyoruz...
"...
bu tepeden Sırplar saldırdı... (eli ile gösterirken aslında o tepeye bakmak bile istemiyordu). Karşı pansiyon amcamlara ait, orası daha sağlam olduğu için savaş süresince orada kaldık. Çok korkunçtu. Aşağı yukarı altı ay sonra da şu tepeden Hırvatların saldırısına uğradık, tam anlamı ile sandviç olmuş burada umutsuzca savaşın bitmesini bekliyorduk. Ve bitti... Şimdi her şey çok güzel, mutluyuz.
..."

Daha fazla konuşmadan konuyu çevirip vedalaşıyoruz. Son kez Mostar köprüsünden geçerken bol bol fotoğraf çekiyoruz. Köprünün hemen ayağında bir savaş müzesi var, kapalı olduğu için giremiyoruz, kapısının dibinde de bir taş dikkatimizi çekiyor, ve üzerindeki yazı: "Don't forget '93" (93'ü unutma) adeta kanımızı donduruyor...

Savaş biteli epey zaman olmuş tabii... Fakat her yerde, elinizi dokunduğunuz her taşta siz de şahit oluyorsunuz o zamanlara. Binaların üzerlerinde mermi izleri ile yaşıyor insanlar. Onlar alışmış; fakat biz alışabilecek, bu manzaraları kolay kolay unutabilecek gibi değiliz.  

Mostar'da farkı din mensubu pek çok insan var, aslında Bosna Hersek'in neredeyse tamamında bu böyle. Bir cami ve hemen karşısında bir kilise görmek çok da şaşılacak bir durum değil burada. Hatta insanlar birbirlerini öylesine kabullenmiş görünüyorlar ki. Mostar'da pek çok müslüman olmasına rağmen, üzerinde kocaman bir haç olan dağın eteğinde yaşamak onlara rahatsızlık vermiyor.

Mostar sokakları inanılmaz şirin, tertemiz. Kendimizi Osmanlı zamanını anlatan bir filmin film setinde gibi hissedebiliyoruz. Şehirlerini, tarihlerini, mimarilerini çok iyi koruduklarını görüyoruz.
Bir de bir üniversite kampüsü var Mostar'da, buraya renk ve hareket katıyor, lakin saat 19:00'dan sonra etrefta pek kimseye raslayamıyorusunuz. Eğer bir gün giderseniz; Mostar'da eski çarşının içerisinde Şadırvan Restorant'da Ćevapčići yemenizi tavsiye ediyoruz.
Buradan ayrılmak biraz hüzünlü, fakat görecek güzel yerlerimizin olduğunu bildiğimiz için heyecanlıyız...

10:45 Blagaj


Burada Buna Nehri'nin kaynağı ve bir de Tekke var; fakat tekke'de restorasyon çalışmaları başlamış olduğu için giremiyoruz. İnanılmaz güzel… Pek tarif edemiyoruz burayı. Sadece harika. Bu bölgede de manzara yine aynı, farklı kültür insanlarının bir arada yaşadığını görüyoruz. Bu şirin kasabada ulaşım için insanlar bisiklet kullanıyorlar, ne harika… İçimiz gide gide buradan da ayrılıyor ve Sarajevo’ya doğru yola çıkıyoruz. 



12:45 Jablanica

Old Bridge buradaki ziyaret nedenimiz. 1943 yılındaki Neretva Savaşı’nda yıkılarak nehre düşen köprünün o günkü manzarası bu tarihe kadar korumuş. Burada güzel büyük bir park ve müze yer alıyor. Geziyoruz… Silahlar, o günü anlatan canlandırmalar, o savaşta ölenlerin kimlikleri… Her şey yer alıyor bu müzede. Küçük, soğuk ve sevimsiz anılarla dolu olan güzel bir müze… Ben en çok eski zamandaki yaşamlarının anlatıldığı bölümünü sevdim müzenin.  Geri kalan kısmı çok acıklı…

Gözümüze bir cafe ilişiyor, Pink Floyd hayranı bir sahibi var, hemen giriyoruz içeri, expresso içiyoruz, Boşnak Kahveleri yokmuş =) Bizim tatlı yorgunluğumuza çok iyi geliyor her şekilde… Kahvenin yanında ikram ettikleri su çeşme suyu, lakin hiç bu kadar lezzetli çeşme suyu içmedim. Mükemmeldi. Cafe’nin içerisi de çok sevimli, duvarlarına resimler çizmişler, genelinde Kızılderililer hakim, ilginç kombinasyonlar yapılmış; fakat güzel bir birleşim olmuş. Sahibinin müzisyen olduğunu düşünüyoruz. Etraf aynı zamanda plaklarla da dolu.

Not: Birkaç gün sonra da öğreniyoruz ki, Sevgili Boşnak arkadaşımız Emir Klepo’nun köyüymüş burası, Jablanica.
14:50 Saraybosna…

Harika, burası mükemmel bir yer. 
Araba ile sokaklarında dolaşmakta biraz zorlanıyoruz aslında. Trafik biraz daha yoğun ve karmaşık. Yaklaşık 1 saat kadar otelimizi kendi çabalarımızla bulmak için dolanıyoruz. Navigasyon cihazını ise kullanmak istemiyoruz, zaten de bulamadı bizim otelin sokağını… Sonra bir Apoteka(Eczane)’de durup yolun önemli bir kısmını öğreniyoruz. Başçarşı’daki Sebil’i bulunca bir taksiciye daha soruyoruz. O sırada gideceğimiz yerin yakınına bir yolcu götürüyormuş, “beni takip edin” diyor. Ahhh Bosna’nın şeker insanları… Sonunda otelimizdeyiz. Tertemiz, mis gibi… 
Hızlıca eşyalarımızı bırakıp kendimizi yaya olarak atıyoruz Saraybosna sokaklarına. Bizim otelimiz Saraybosna’nın eski şehir olarak geçen Başçarşı kısmında. Çok hareketli bir yer, Osmanlı Mimarisi hakim. Başçarşı’da bakırcılar, yöresel yemekleri tadabileceğiniz harika restorantlar, hediyelik eşyacılar, hanlar, medreseler, camiler, müze… Çok güzel yerler var. Yürüyerek Ferhadiye caddesine varıyoruz. Buranın en meşhur caddelerinden birisi. Yürürken bir kenarda yanan ateş görüyoruz etrafında insanlar ellerini ısıtıyor. Şirin bir yer, çok durmadan ilerliyoruz yanından. (Ertesi gün sabah da görüyoruz o yanan ateşi ve sonradan arkadaşımız Rukiye’den öğreniyoruz ki, burası Tito öldükten sonra özgürlük anıtı olarak yapılmış ve o günden beri o ateş devamlı yanıyormuş.)
Saraybosna’nın ünlü alışveriş merkezlerinden biri olan BBI Center’ı geziyor, Ferhadiye caddesinin üzerinde çok şirin bir yerde boşnak böreğimizi yiyoruz. Girerken Boşnakça merhaba diyorum (Dobar dan!),  Buregdzinica diyemediğim için hangi böreği yemek istediğimi elim ile gösteriyorum, sevgili satıcı bana Buredçka demeyi öğretiyor, çıkarken dükkanın dışından el sallıyorum kendisine, çok şirin o da bize el sallıyor… Hvala! 
Bugün çok yorulduğumuz için Başçarşı’da Boşnak kahvemizi içerek günümüzü sonlandırıyoruz. Gerçi kahvenin yanında gül lokumu yerine şeker verdiler, bu da pek hoşumuza gitmedi ya neyse… 
21:00 Otelimizdeyiz. 
Yorgunuz, hemen uyuyoruz…

16 Kasım 2011 Çarşamba

Počitelj, Dubrovnik

08:30'da Mostar'dan yola çıkıyoruz... Yaklaşık yarım saat sonra Hırvatistan yolu üzerinde minicik şirin mi şirin tam bir Osmanlı köyü olan Počitelj'e varıyoruz. Sokakları mis gibi kokuyor... Eski yapılar olmasına karşın Mostar'a göre binalar çok iyi durumda, savaşın izlerine pek de rastlamıyoruz... Sonbaharın renkleri ile köyün müthiş atmosferini içimize sindire sindire dolaşıyoruz sokakları. Yokuşları bol... Ağır çantalarla yürümek de birazcık zor.

Köyün tam karşısından Neretva nehri akıyor. Zaten bu nehir Saraybosna'dan beri bize eşlik etmekte, taa ki Dubrovnik'e kadar. Nehrin rengini tarif etmek oldukça zor, yeşil desem değil, mavi desem...
Öyle güzel öyle nazlı süzülüyor ki... Anladığımız kadarıyla Neretva Bosna için çok değerli, tüm bakirliğiyle müthiş bir zenginlik sunuyor toprağına. Yeşilin sayısız tonu, binbir çeşit çiçek, balık çiftlikleri de var...

Bir de kale yer alıyor burada, gözlem kalesine eşim çıkıyor, yükseklik korkumu yenemiyorum... Çektiği fotoğraflar harika. Sanki uçaktan çekilmiş.
Biz turumuzu tamamlamak üzereyken çekik gözlü insanlardan oluşan bir kafile geliyor, çok keyifliler :) Bir pecereden süzülen kahve kokusunun eşliğinde buradan ayrılıyoruz.

12:48 Dubrovnik'deyiz. Aslında Mostar'dan sonra yaklaşık 2 buçuk saat sürüyor. Biz epey oyalandık yollarda... İlk önce BosnaHersek sınırlarından çıkıyorsunuz, yollar Hırvatistan'ın, sonra Neum'a vardığınızda tekrar Bosna topraklarındasınız. Burası Bosna'nın denize kıyısı olan tek parçacığı, ardından bir çıkış daha ve yeniden Hırvatistan toprakları, her birinde pasaport kontrolu... Yolların keskin virajlardan oluşması, sürekli değişen basınç ve yolların gidiş geliş olması bizi biraz yordu aslında, fakat Dubrovnik'in eşsiz güzelliği anında her şeyi bir kenara itiverdi. Çok pişmanız. Otelden çıkmadan önce bugün için de bir rezervasyon yaptırmıştık. Dubrovnik'de yol üzerinde sık karşılaşabileceğiniz arabalı kamplarda kalmak mümkün.
Arabamızı bir park yerine 2 saatliğine bırakıyoruz. Parking ticket gerekli olduğundan öncelikle hemen gidip paramızı bir miktar Hırvatistan para birimi olan Kuna’ya çeviriyoruz. Park personeli çok samimi, yardım sever bir insan, elinden geldiğince bize yardımcı oluyor.
Genel itibariyle halk çok güler yüzlü ve sıcak kanlı. Üstelik de çok temiz. Her yer lavanta kokuyor. Şehirde halka açık tuvaletler ücretsiz ve şaşılacak derecede temiz. Gönül rahatlığıyla kullanıyoruz. Hatta kapıların üzerlerinde en son ne zaman temizlendikleri yazıyor ki bu da aşağı yukarı saat başı…
Park ve tuvalet sorunumuzu çözdükten sonra vakit kaybetmeden Stari Grad yani Dubrovnik’in kale içerisinde yer alan kısmı old town’a giriş yapıyoruz. Şehrin iki büyük kapısı var Pile ve Ploce, biz Pile kapısından girip, Ploce kapısından da çıktık. Bunların yanı sıra iki kapısı daha var, liman ve balık pazarı kapısı… Kapıdan girer girmez insan büyüleniyor, görkemli duvarlar iki yanınızdan yükselirken bu şehirde hala yaşamın devam ettiğini görmek de biraz değişik. İki pencere arasına gerilmiş iplerde asılan rengarenk çamaşırlar, dar sokaklarda top oynayan çocuklar… Bir yanda Adriyatik denizinin ışıltısı, sokak satıcıları, kafeler, katedraller, hediyelik eşya satan minik sevimli dükkanlar, şehrin dokusunu değiştirmeden mağazasını açmış bir takım ünlü markalar… Her şey, her şey öyle harika ki… Bir masalda gibi dolaşıyoruz sokakları. Her kıvrıma girmeye çalışıyoruz; fakat öyle dallı budaklı ki, aralarda kaçırdıklarımız oluyor… Ploce kapısından çıktığımızda şehrin ünlü bir caddesinde buluyoruz kendimizi, yanımızdan geçen minikler okuldan çıkmış gruplar halinde sohbet ederek evlerine gidiyor. Biz de yol üzerinde sık raslayacağınız kuruvasan tarzı atıştırmalıklar satan dükkanlardan birine girip börek alıyoruz kendimize.
Tekrar dolaşarak arabamıza doğru gidiyoruz. Aslında görmemiz gereken birkaç yer daha vardı, fakat biz yetiştiremedik. Mesela Dubrovnik’i bir de surlardan izlemelisiniz, şehrin tamamını çevreliyor. Yolları karıştırdık biraz, vakit de kaybetmemek için tekrar biricik Mostarımızdaki biricik otelimize dönmek istedik hava kararmadan. Burada saat 16:00 olduğunda hava kararmış oluyor.
Bir de aklıma gelmişken, burada denize girmek için en uygun ayların Mayıs ve Ekim ayları arası olduğunu söylüyorlar. Ana karada genellikle kayalık alanlardan yüzülürken yankınlarda bulunan adalarda Dalmaçya kılyılarının en güzel kumsallarının üzerinde güneşlenmek de mümkün.
Son olarak Dubrovnik biraz daha pahalı, hediyelik eşya almak için old town’ın içini tercih etmemenizi öneririm. Dış kısımlarında hem Exchange Office hem de hediyelik eşya dükkanı olarak kullanabileceğiniz çeşitli dükkanlar bu iş için daha ideal ;)

Yarın Blagaj ardından Sarajevo-Baščaršija’a geçiş…



15 Kasım 2011 Salı

Mostar...


14 Kasım saat 22:00'de çıktığımız yorucu yol maceramızın sonuda su anda Mostar Köprüsü’ne bakan odamızda dinleniyoruz. 15 Kasım 04:00 saatlerinde Atatürk Havalimanına geldik ve ne yazık ki önümüzde geçirilmeyi bekleyen kocaman 6 saatimiz vardı...
Sevgili THY uçuş saatlerinde bir değişiklik yapmış; saat 08:00'de olan uçağımızı gece 22:30'a almıştı. Bunu bize Ankara'dan İstanbul'a yola çıkmak üzereyken haber verince bir anda elimiz ayağımıza dolaştı doğrusu. Tam da seyahat acentalarının düzenlediği turlar 1-0 öne geçti derken bir şekilde durumumuzu anlatmamız sonucu bize 15 Kasım 10:30 uçağında yer ayarladılar. Aksi halde tüm rezervasyonlarımızı yeniden yapmak zorunda kalacak ve bir kısmına da ceza ödeyecektik…
Beklerken bir kere daha fark ettik ki, hava alanı çok eğlenceli bir yer… Uyuyanlar, patenle gezenler, ginger kullananlar, kapalı mekanlarda kullanılan TAV’ın özel arabaları ile yata yata yer değiştirenler ve her milletten çeşit çeşit kültürlerden bir dolu insan… Biz de aralarına karışıp bir köşecikte biraz uyuduk…
10:45’de uçağımızın olduğu yere geldik… Ta taaaaa! Minicik pervaneli bir uçağımız vardı :D Cam kenarı olsun ve kanat üzeri olmasın diye rica etmiştik yerimizi alırken, fotoğraf çekme planlarımız vardı… Kanadın üzerine değil; fakat pervanenin tam yanına gelmiştik… Fotoğraf çekimi de hayal oldu tabii…
Bosna-Hersek ile Türkiye arasında bir saat fark var. Saat 13:30’da Saraybosna Havalimanı’na indik. Geçiş vizesiz, fakat iki memur bizi çevirdi; yanımızda ne kadar para olduğunu, kaç gün kalacağımızı, nerelerde konaklayacağımızı  vs. yarım yamalak İngilizcesi ile sorup öğrendi. Sonra bize iyi tatiller diledi :) Hemen alandan arabamızı kiraladık ve iki buçuk saat süren kısa bir yolculuk ile minik tatlı navigasyonumuz bizi Mostar’a getirdi. Saraybosna-Mostar arası yol müthiş manzaralar ile dolu. Tek sıkıntı yollar 2 şeritli ve gidiş geliş, biraz da virajlı.

Mostar çok güzel… Çok değişik. Hemen her binada savaşın izlerini hala görüyor olmak tarifsiz.
Genel anlamda çok şeker bir halkı var, fakat hava kararır kararmaz herkes evine çekiliyor, dükkanlar kapanıyor, kafelerde ise anlamsız bir boşluk hakim. Kış olduğunu düşündüğümüz için çok üzerinde durmadan akşam yemeğimiz olan  ćevapčići (köfte)'den sonra biz de otelimize çekildik…
Yarın günübirlik Dubrovnik’e geçeceğiz… Bakalım nasıl olacak...

3 Kasım 2011 Perşembe

Kar

Hayırlı olsun, senenin ilk karını gördük yine...

Hiç sevmem kışı, karı, soğugu.
Zaten hiç güzel bir anım yoktur ki kışa dair... Kar yağar okullar tatil olurdu, çıkar kar oynar üşütüp hasta olurdum; sonra hastalıktan okula gidemeyip günlerce defter geçir, ödev yap; bir de yetmiyormuş gibi bi araba laf işit yok hiç söz dinlemiyormuşum da, yok hastalığa gel gel diyormuşum da... Çocuktum be çocuk, kar oynayacaktım elbet.

Okulumuzun karşısında minik bir tepecik vardı, öğle tatilinde okuldan kaçıp torbalarla o tepeden kaymaya giderdik. Küçük olduğumuz için hep sıranın sonunda kalırdık, sonra da derse yetişemez çamur içinde koşa koşa gelip, korka korka kapıyı çalardık aynı kaderi paylaşan arkadaşlar olarak. Sonra da acımasız öğretmenimizden minicik ellerimize cetvel... Hüf yea çocuktuk çocuk! Tabii ki de kayacaktık torbalarla... Siz hiç 70 yaşında torba ile tepeden kayan birini gördünüz mü, ben görmedim!

Geçensene evimizin önüne bir kar yağdı, ömrümde böyle şey görmedim. Çok severim ya ben karı, 3 gün eve hapis kalıp kar izledik...



Yine yağıyor, bense camımın önünde yanan kalorifere sarılmış ısınmaya çalışıyorum, bu ne şimdi :( müthiş eğleniyorum doğrusu, yağ be kar yağ alıştık zaten...